Haberler

Bizden Koparılanlar

Karanfil bırakacak bir mezar istiyoruz

24.5.2011

(Velat Demir, Özgür Gündem)

Gözyaşlarının, acının ne farkı var. Renklerin, bölgelerin, kadının, erkeğin ne farkı var. İsimlerin farklı oluşu ve niceleri. Uzayıpta görünmez mavi denizlerin sonu gibi ne anlamı var. Dicle Nehri'nin, Hazar Gölü'nün, Van Gölü'nün, Fırat'ın ne farkı var Kızılırmak'tan. Karadeniz'in, Akdeniz'in, Manavgat Gölü'nün ne farkı var. Sıdıka'nın, Rıdvan'ın, Tolga'nın, Hasan'ın, Fehmi'nin ne farkı var. Goran'ın, Savaş'ın, Cemil'in ne farkları var. Bartın'ın, Ağrı'nın, Dersim'in, Lice'nin ne farkı var. Mardin'in, Yüksekova'nın renkleri farklı, yerleri farklı ama acıları, gözyaşlarının rengi aynı, acısı hep aynı olmuş, çığlık olmuşlar. Dicle Nehri'nden, Bartın'dan oluk oluk akan nehir olmuşlar. Galatasaray Meydanı'nda el ele vermiş sessizlerin sesi olmuş, çığlıklarıyla, hüzünleriyle adalet arayışları İstiklal Caddesi'nin simgesi haline gelmiş. Unutulmazların izini süren bu ülkenin en acılı ve fedakar anneleri, ablaları, kardeşleri, eşleri ve onları unutmadan, unutturmadan kışın soğuğuna, yazın sıcağına aldırış etmeden. İlki gerçekleştirdiler. Türkiye'de 27 Mayıs 1995 yılında her cumartesi günü saat 12.00'da sessizlerin sesleri yükseldikçe yükseliyor. Gün geçtikçe çoğalıyor, sessizlerin sesi olmuşlar. 27 Mayıs 1995 yılından bu yana çocuklarını, eşlerini, babalarını, kardeşlerini arayan, yürekli ve azimli, kararlı duruşları nasır tutmuş elleri birer gül olmuş, kokusu hiç bitmeyecek karanlığı aydınlatacak kocaman birer mum olmuşlar. Adalet, hakikat ve akıbet arayışları olmuş Galatasaray Meydanı'nda.

Zulmün tanığıyız

Harıl harıl akan su kadar serin ve coşkulu. Gernawas Tepesi'nde yatan Mir Osman kendi iklimini tamamlarcasına özgün bir yaşam sıcağı barındırıyor. Sıra dağları, yemyeşil Bagok Dağı yamacında bereketli bahçeleri süslüyor. Tarihi ipek yolunu. Ve 90 yıllar; kara bulutlar...

Baskı, şiddet, yıldırma

1978 Nusaybin; Abdülkadir Paşa Mahallesi Yavuz Selim İlkokulu; aynı sınıfta okuyan Ata Zengin, Muzaffer Yıldırım, Salih Tatlı, Musa Kaya, Abdullvahap Küçükaslan, Velat Demir ve 1985-1987 yılları arasında Mardin Gazi Yatılı İlköğretim Okulu'nda okuyan Hayrettin Demir. Bu 7 öğrenci Kürt'tü. Aynı ilçede ve aynı okulda okudular ve aynı mahallede yaşıyorlardı. Kürtlerin hakları için kıpırdandığı dönemdi. Hizbullah da buna paralel olarak devlet tarafından aktifleştiriliyordu. 1979 yılında Menzil Kitapevi etrafında kümeleniyorlardı, Hüseyin Velioğlu liderliğinde. Hizbullah gizli çalışmalar ve davet usulünü benimsemişti. Baskı, şiddet, yıldırma ve sindirme yöntemlerini uygulayarak Kürtlerin yaşadıkları coğrafyada örgütlenmeye başlamıştı. Ve ilk silahlı eylemlerinde İdil'de 3 Aralık 1991 tarihinde Süryani Mikail Bayro'yu öldürdükten sonra, polisle girdiği çatışmada ölü ele geçen Ata Zengin'den sonra Nusaybin şehir merkezinde gözü dönmüş Hizbullah tetikçilerinin öldürme, adam kaçırma, fidye isteme, ev basıp zorla göç ettirme, tehdit yoluyla küçük yaştaki çocukları namaz kılma vaadiyle kandırma, taş kırma makinelerinde, pamuk tarlalarında çalışan ve geçimini zor koşullarda sağlayan işçi kesimin çocuklarına yönelmeleri başladı. 1983'te Mardin Gazi Yatılı İlköğretim Bölge Okulu'nda okuyan Hayrettin Demir de Hizbullah tetikçileriyle tanışır ve onlarla birlikte Nusaybin'de yıllarca beraber aynı mahallede kaldıkları ve aynı okulu okuduğu arkadaşlarının neden öldürülmesi ya da kaçırılması gerektiği üzerine acımasızca, haince planlar tertipliyorlardı.

Kürt olmanın bedeli ağır

İşte yıllardır bu coğrafyada, bu sığ dünyaların hükmettiği bu topraklarda Kürt olmak vardır. İşte o Kürt ya terörist olur ya bebek katili, ya cani olur ya da hain. Kendisinden başka her şeye mahkum olur. Her gün sabah uyandığında ben kendim gibi olmayı yaşayabilir miyim diye düşünür. Kimisi faili maluma kurban gideceğini, kimisi de hangi gün ve ne zaman işkence göreceğini tahmin edebiliyor. Bu coğrafyada Kürt olmak ağır ve bedel ödenmesi gereken bir işti.

Mezopotamya coğrafyasında rüzgara kapılan bir naylon parçasından gelen sesi duyduklarında ya da bir cevizi kıran çekic sesini doyduklarında polis ve asker evlere baskın düzenler. İlla ki birini gözaltına alır. İşkence ya da kötü muamele günlük hayatın bir parçasıdır bu güzel coğrafyada. Öc alma duygusuyla yaklaşılıyordu.

Yaşadığımız coğrafyada çok çeşitli, 'zengin' yöntemler kullanıyorlardı, orada halkı birbirine kırdırma, böl-parçala mantığı uygulanıyordu. Kimisini devlet yanlısı kimisini de vatan haini ilan ediyorlardı, onlar ise 'yurtseverler', Türkiye'yi sevenler idi. Kendi adamlarını yasadışı yollardan sınırı geçerek Suriye'nin Kamişlo ilçesinden yeraltından Nusaybin'e mazot taşıyacak boru şebekesininden mazot çekmeye uğraşıyorlardı ve bu çeteler kaçak mazot ticaretinden insan kaçakçılığına kadar her türlü kirli işi yapıyorlardı. Kendi şahsi çıkarları için ne kadar acımasızca katliamlar yaptıkları tek tek ortaya çıkmaktadır. Bu kirli odaklar hem  Hizbullah vasıtasıyla hem de bizzat kendileri, dedeleri, genç delikanlıları Nusaybin'de enselerinden tek kurşunla infaz ediyordu.

Korku dönemi

Yaşadığımız coğrafyada biz hep öteki olarak görüldük; mağdur olduk, mazlum olduk. Bu ülkede bunları yaşamak için Kürt olmak yeterli oluyor. Özellikle Kürtlerin çoğunlukta yaşadıkları bölgelerde öyle bir korku yaratılmış ki bu korku insanların içine sinmişti. O bölgede yaşayan biriyle karşılaştığınız zaman nereli olduğunu hemen anlardınız. Burası o dönem korkunun ana yurdu idi demek yanlış olmayacaktır. İşte bizler o korkunun yeşerdiği topraklarda gözlerimizi açtık, çocukluğumuzu geçirdik, gençliğe adım attık. Her aşamayı korku ile geçirdik. Korkuyla yatar korkuyla uyanırdık. Bu ölüm korkusuydu. Ölüm ile yaşam arası o kadar yakındı ki yaşam coşkusundan çok ölüm kokusuyla arkadaş olmuştuk. Bazen buna gülerdik, bir an için olsa bile gülümseme ile korkudan uzaklaşırdık.

Çatışmalı ortamı görmeyenlerin, içinde yaşamayanların, uzaklardan seyreden ve kokusunu alanların psikolojisi farklı olur. Bizler gördük, duyduk ve şahidi olduk, bize de yansıyordu. Gece silah sesleri gelirdi, duyuluyordu, tedirginlikler, korkular, huzursuzluk dolu gecelerin kuşkusuz nedenleri kayıp ve faili meçhullerdi, ölümlerdi, kuralsızlıklardı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, 4 kasım 1993 günü İstanbul Holiday Oteli'nde bir basın toplantısı düzenledi. Bu toplantıda PKK'ye yardım eden işadamı ve sanatçılardan oluşan 500 kişilik bir listenin ellerinde olduğunu söyledi. "Onlardan hesap soracağız!" diye bağırıyordu. Bu açıklamalardan kısa bir süre sonra ölümler ve kayıplar art arda gelmeye başladı.

Çiller'in paramiliter tetikçileri

Temmuz ayı Bagok Dağı eteklerinde bulunan Nusaybin ve çevresi için bereket ayıdır. Hasadın toplandığı, ürünün bol olduğu bir aydır. Sıcaklığın 40 derecenin üstünde bulunması bolluk ve berekete engel değildir. Ancak yöre insanı için daha farklı yaşanıyordu temmuz ayı. Nusaybin ve yöre halkı için temmuz ayı kan ve gözyaşı ayı idi. Çiller'in emriyle Nusaybin'in her tarafı adeta bir ateş topuna dönmüştü. İnsanlar yol ortasında güpegündüz kimi çalışırken, kimi yolda yürürken, ölüm kusan, insanlıktan nasibini almamış Hizbu-kontra cellatları tarafından öldürülüyordu. Ailelerinin büyük zorluklar ve fedakarlıklarla yetiştirdikleri çocukları, ailelerinin geçimi için zorluklar içinde yaşayan kocalar, babalar vahşice katlediliyordu. Bu ölümleri devletin medyası görmüyordu. Sadece muhalif basın bunları görüp sayfalarına yansıtıyordu. Ancak muhalif basın da bunların hedefindeydi. Gazeteleri kapatılıyor, merkezlerine bombalar konuluyor, dağıtım yapan küçük çocuklar tehdit ediliyor ve öldürülüyorlardı. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller'in paramiliterleri, Ergenekon'un arkadaşı. JİTEM'in küçük kardeşi olan Hizbu-Kontra tetikçilerinin, sistemin içine sızmış çetelerin, derin devletin derinliklerinde kurdukları yasadışı Hizbullah örgütü tarafından katledilenler, kalleşlik ve ihanetin verdiği cesaretle, onların kafalarına ateş ediyorlardı; neden kafasına çünkü onların kafasındaki zihniyete tahammülleri yoktu. Tanıdık isimlerdi, bize yabancı değillerdi; kandırılmış, beyinleri geri kalmış zavallı Hizbu-Kontra tetikçileriydi. Bunlardan bir kısmı yakalandı, ama asıl onları vampir haline getiren, emir veren, kan emici vahşi cellatlar, onları robot haline getiren ve onları kötü emellerine alet eden zihniyete dokunulmadı. CMK'nin 102. Maddesi'ndeki değişikliğin yürürlüğe girmesiyle bazı Hizbullah sanıkları hiç pişman değilim diyor ve ekliyor; saldırılardan önce çok detaylı araştırmalar yaptıklarını ve araştırma sonuçlarına göre saldırıyı planlayıp gerçekleştirdiklerini söylüyor.

Tarih yargılayacaktır

Geleceğe dair umutları yaratmak için en başta geçmişi unutmamak gerekli ve yeni bir hayat, yeni bir sahifa açmak ancak böyle mümkün. İçinizde volkanlar gibi fışkıran o derinden derine işlemiş olan unutulmayanları unutturmamalıyız; onları ruhumuzda yaşatmalı ve üzerinde azimle, büyük fedakarlıkla uğraş vermek gereklidir. Yoksa unutulmazlar unutulur, bizler de eriyip hikayenin sonuna geliriz. Çağdaş ve barış içerisinde bir ülke için herkes yaptığı yanlışlıklardan bir an önce dönmeli ve yaptıklarıyla yüzleşmeli ki geleceği koruyabilelim. Kaybettirilenlerin mezarlarında rahat uyumaları için herkes çaba sarf etmeli. Bu ağır insanlık suçunu işleyenler bir gün gelecek mutlaka tarih önünde yargılanacak ve hesap verecektir.

Tetikçiler ve katledilenler aynı okulda okuyordu

İşte aynı okulda okuyan Hizbullah tetikçileri ve katlettikleri kişilerden bazıları:

Sıdıka DAL: 1965'te Nusaybin Duruca beldesinde dünyaya geldi ve ilköğretimi beldede okudu. 1993'te Duruca beldesinden Nusaybin'e alışveriş yapmaya giderken Şeyh Reşit Mahallesi'nde kayıp edildi. O günden beri kayıp, halen hiçbir haber alınamadı.

Muzaffer YILDIRIM: 29.06.1994'te Yeni Turan Mahallesi Bahçe Sokak 10 nolu yerde öldürüldü.

Abdülvahap KÜÇÜKASLAN: 11.06.1994'te Yeni Turan Mahallesi Hal Sokak'ta 8 nolu dükkan önünde öldürüldü,

Musa KAYA: 06.07.1993'te Nusaybin'de öldürüldü.

Mehmet Salih TATLI: Dicle Üniversitesi'ne Bağlı Urfa Ziraat Fakültesi öğrencisi idi. 1992 yılında vilayetin 50 metre ilerisindeki Cebeci İş Merkezi önünde öğle saatlerinde silahlı saldırıya uğrayarak yaşamını yitirdi.

Hayrettin DEMİR: Hayrettin DEMİR'in yakın koruma olduğu, Hizbullah tetikçisi Kaan AKTAŞ'ın üstlendiği, 18.01.1993 tarihinde Nusaybin Yeni Turan Mah. Karaçalı Sokak'ta 24 nolu evin önünde Celal UÇAR ve Süleyman GÖK'ün öldürülmeleri eylemi gerçekleştirildi. Diyarbakır D Tipi Kapalı Cezaevi'nde tutuklu.

Ata ZENGİN: 1972'de İdil'in Zinarexe köyünde doğdu. Nusaybin Abdülkadir Paşa Mahallesi'ne yerleşti ve ilkokulu Yavuz Selim İlkokulu'nda okudu. Okulu bitirdikten sonra babasının yanında marangoz olarak çalışmaya başladı. İdil'de 3 Aralık 1991 Süryani Mikail Bayro'yu öldürdükten sonra polisle girdiği çatışmada ölü ele geçirildi.