Haberler

Bizden Koparılanlar

ADALET İÇİN HAKİKAT I

4.6.2013

 

Zana KAYA - Günay AKSOY / Serdar Engin

Güncellenme : 17.05.2013 05:28

Barışı hakikat getirecek!

Bugün Kayıplar Haftası başlıyor. Türkiye’de devlet terörüyle kaybedilen binin üzerinde yurttaşın hesabı hala duruyor. Demokratik çözüm sürecinde yüzleşmenin ilk adımının bu olması isteniyor

IŞIK GÖRÜNDÜ HAKİKAT HEMEN ŞİMDİ

Türkiye, demokratik çözüm sürecine, PKK Lideri Öcalan’ın milyonların şahitliğindeki mesajıyla tarihi bir giriş yaptı. Hızlı ve tarihi adımlar peş peşe gelirken, sürecin toplumsal adalet ve hakikat üzerine inşa edilmesinin imkanları da ortaya çıktı

ÇÖZÜM İÇİN HAKİKATLER KOMİSYONU

Sistematik bir devlet terörü olarak ülkemizde on binlerce insanı ve yakınını hedef alan zorla kaybetme ve faili meçhul cinayetler ile yüzleşmek, hakikati açığa çıkarmak, içine girilen demokratik çözüm sürecinin olmazsa olmazlarından

‘KAYBEDİLEN’ HAKİKAT

Türkiye, demokratik çözüm sürecine, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın milyonların şahitliğindeki mesajıyla tarihi bir giriş yaptı. Hızlı ve tarihi adımlar peş peşe gelirken, sürecin toplumsal adalet ve hakikat üzerine inşa edilmesinin imkanları da ortaya çıkmış durumda. Yaşanan acıların, faili meçhullerin, kayıpların, toplu mezarların, işkencelerin toplumsal hafızaya mal olması için hakikat ile yüzleşilmesi zorunluluktur. İçinde bulunduğumuz Kayıplar Haftası münasebetiyle barış ve adalet için hakikat diyerek geçmiş ile yüzleşmenin sayfalarını açıyoruz.

Sistematik zulüm

Zorla kaybetme bir insana ve topluma karşı işlenebilecek en ağır suçlardan biridir. Genellikle siyasi muhaliflere yönelik devletin gizli ya da açık savaş güçleri tarafından gerçekleştirilen gözaltı, tutuklama ve yakalama fiillerini ifade eder. Zorla kaybetme, kaybedilen kişinin tutuklandığının, gözaltına alındığının veya başına gelen olayların devlet güçleri tarafından sistematik biçimde inkar edilmesiyle ayırt edilir. Devlet, kaybolan kişinin varlığından ya da kayıp olduğundan habersiz olduğunu veya kayıp kişinin gerilla güçlerine katıldığını ya da ulaşılması mümkün olmayan başka güçler tarafından kaçırıldığını ileri sürebilir. Suçun mağduru hem akıbetinden haber alınamadığı ve bir hukuk öznesi olarak varlığı ispat edilemediği için yasal korumadan mahrum bırakılmış, hem de çoğunlukla işkence görmüş ve yasadışı bir biçimde ortadan kaldırılmıştır. Devlet bu yöntemle siyasi muhaliflerini ve destek verenleri sindirmeyi, toplumun geri kalan kesimini ise bu tehdit aracılığıyla susturmayı ve destekçisi konuma getirmeyi hedefler. Hiçbir kuralın tanınmayacağı intibası, devletin toplum üzerinde muazzam bir baskı aygıtı kurmasına imkan verir.

Devlet terörü

Amerikalılararası İnsan Hakları Mahkemesi 2004 yılında verdiği bir kararında hiçbir koşul belirlemeksizin zorla kaybetmenin insanlığa karşı suç olduğunu ifade etmiş; 2006’da verdiği, dört kayıp vakasıyla ilgili bir kararında ise, zorla kaybetmenin sistematik bir devlet terörü oluşturduğunu ve devletin ağırlaştırılmış sorumluluğunu doğurduğunu vurgulamıştır. Kişileri zorla kaybetmenin siyasi bir silah olarak kullanıldığını ifade etmiştik. Devletin merkezi otoritesinin kararı olmaksızın bu denli yaygın ve sistematik zorla kaybetmeye başvurulması mümkün değildir. Sistematik olarak kaybetme hem devletin kararını hem de buna göre devlet güçlerinin düzenlenmesini gerektirir. Ayrıca suçun faillerine, yani devletin özel savaş örgütlerine dokunulmazlık zırhı verilir, bu sayede failler hiçbir tehdit olmadan zorla kaybetme yöntemine başvurur.

Nazi uygulamaları

Zorla kaybetmenin bir devlet şiddeti yöntemi olarak kullanımına ilişkin tarihe ilk geçen uygulama Nazi rejiminin 1941’de yürürlüğe koyduğu Gece ve Sis Kararnamesi’dir. Kişileri zorla kaybetme 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren dünyanın pek çok bölgesinde, özellikle 1960’lı ve 70’li yıllarda Latin Amerika başta olmak üzere birçok ülkede sistem muhaliflerini bastırmanın planlı bir yöntemi ve yaygın bir devlet terörü aracı olarak kullanılmıştır. Türkiye’de de kişileri zorla kaybetme sadece 12 Eylül 1980 darbesinin ertesinde değil, olağanüstü halin damgasını vurduğu 90’lı yıllarda da sistematik bir devlet şiddeti olarak uygulanmıştır. Diyarbakır Cezaevi, 1980 darbesi döneminde insanlık tarihinin en vahşi işkence uygulamalarına sahne oldu. Özellikle siyasi Kürt tutsaklar, her türlü aşağılanmanın ve işkencenin olduğu cezaevinde muazzam direnişleriyle yaşananları topluma duyurmayı başardı. Bu direniş, yaşananların açığa çıkmasında adeta işaret fişeği rolü oynadı. Gözaltında kayıp vakaları 1990 yılından itibaren, çoğu OHAL bölgesinde olmak üzere her yıl artış göstermiştir. Türkiye’nin en karanlık dönemlerinden birini ifade eder. Güneşin batışıyla hayatın durduğu bir dönem yaşandı. Köyler yakıldı, milyonlara varan insan, binlerce yıldır yaşadıkları toprakları terk etmeye zorlandı, katliamlar peş peşe geldi. Kürt’ün varlığının tehdit unsuru sayıldığı zamanlardı!

En az 17 500 cinayet

Bilinen gözaltında kayıp ve faili meçhul cinayet vakalarının sayısı tahminen en az 17 500’dür. Türk Tabipler Birliği’nin kurduğu inceleme heyetinin gözlemlerine göre: “Şu ana kadar 1.469 kişiye ait kemiklerin bulunduğu 114 toplu mezarın tespit edildiği; açılan 26 toplu mezarda 171 kişinin kemiklerine rastlandığı bildirilmekle birlikte olayın gerçek boyutları çok daha büyüktür. Hakkari’den Dersim’e kadar çok geniş bir coğrafyada yüzlerce toplu mezarda gömülü kimliği belirsiz binlerce ceset söz konusudur.” Yalnızca Newala Qesaba bölgesinde 300 toplu mezarın bulunduğunu bilmekteyiz.

Kayıplar konusunda devletin “süregelen ödev”i, ilk kez 1988’de, Amerikalılararası Mahkeme’nin kararında tanınmıştır. Mahkemeye göre devletin “bu tür olayları soruşturma ödevi, kaybolan kişinin durumu hakkında belirsizlik bulunduğu sürece devam eder”. Bu nedenle, vaka çok eski tarihlerde gerçekleşmiş olsa bile, soruşturmanın etkili yürütülmemesi uluslararası sorumluluğa işaret eder.

Adalet için hakikat

Siyasi faili meçhul cinayetler ve kayıplar sorununda çözüm, ancak hakikat, yüzleşme, adalet ve dönüşüm süreçlerinin iç içe yürütüldüğü ve devletin bu çabalara doğrudan ve merkezi iradeyle dahil olduğu bir çabanın sonucu gerçekleşebilir. Adalet bütün boyutlarıyla ancak siyasi yapıların ve aktörlerin, toplumsal dinamiklerin  devrede olduğu bir süreçte sağlanabilir. Siyasal ve toplumsal adalet bir anlamda, siyasetin ve toplumun veya en azından toplumun belli kesimlerinin bir özeleştiri faaliyetidir de aynı zamanda.

Sistematik bir devlet terörü olarak ülkemizde de on binlerce insanı ve yakınını hedef almış olan zorla kaybetme ve faili meçhul cinayet vakaları ile yüzleşmek, hakikati açığa çıkarmak, içine girilen demokratik çözüm sürecinin de olmazsa olmazlarındandır. Zira adalet ve hakikat üzerine inşa edilmemiş bir barış gerçek barış olamaz.


Hakikate ulaşmak için;

  1. Siyasi irade oluşturulmalıdır.
  2. Hakikatlerin açığa çıkarılması için mekanizmalar oluşturulmalıdır.
  3. Yasalar uluslararası sözleşmelere ve metinlere uygun olarak düzenlenmeli, bu yönde idari tedbirler alınmalıdır.
  4. Var olan adlî tedbirler güçlendirilmeli ve ek düzenlemeler yapılmalıdır.

Onarıcı adalet için;

  1. Devlet yetkilileri kayıplardan dolayı ailelerden ve toplumdan özür dilemelidir.
  2. Yaşanmış kayıplar açığa çıkarılmalı, cenazeler ailelerine teslim edilmelidir.
  3. Yaşanan kayıpların failleri açığa çıkarılmalı ve toplum vicdanına uygun yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır.
  4. Kayıp yakınlarına tazminat ödenmelidir.
  5. Kayıp yakınlarına yaşadıkları sarsıntı ve incinme nedeniyle psikolojik destek sunulmalıdır.

Kayıplar Haftası

17 Mayıs 1995’te Hasan Ocak’ın bulunmasıyla İHD 17 Mayıs’ı Kayıplar Günü ilan etti. Latin Amerika’da 25-31 Mayıs arasında Kayıplar Haftası olarak anılırken, Türkiye’de yapılan 1. Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı’nda 17-31 Mayıs Uluslararası Kayıplar Haftası olarak kabul edildi.


BM Kayıplar Sözleşmesi

91 ülke tarafından imzalanmış, aralarında Türkiye’nin komşuları Irak (23 Kasım 2010) ve Ermenistan’ın (24 Ocak 2011) da bulunduğu 32 ülkenin onayladığı BM Zorla Kaybedilmeye Karşı Herkesin Korunmasına dair Uluslararası Sözleşme (Kayıplar Sözleşmesi), devletlere zorla kaybetmeyi ceza hukuklarında suç olarak düzenleme yükümlülüğü getirmektedir. Türkiye’nin hala imzalamadığı Kayıplar Sözleşmesi’nin 7. maddesine göre tüm devletler kişileri zorla kaybetme suçunun ağırlığını göz önüne alarak bu suçu uygun araçlarla cezalandırmak zorundadır. Zira kayıp kişinin akıbetine ilişkin belirsizlik devam ettiği sürece zorla kaybetme suçu da işlenmeye devam etmektedir. Türkiye’nin hala imzalamadığı Kayıplar Sözleşmesi’nde öngörülen giderim araçlarının benzerlerinin, genel nitelikli Devlet Sorumluluğu Hakkında Taslak Maddeler’de düzenlenmesinin yanında, BM Uluslararası İnsan Hakları Hukukunun Ağır İhlalleri ve Uluslararası İnsancıl Hukukun Ciddi İhlallerinin Mağdurlarının Giderim ve Onarım Hakkına İlişkin Temel ve Rehber İlkeler’de de açıkça gösterilmektedir. Temel ve Rehber İlkeler’e göre, ağır insan hakları ihlallerinin mağdurlarına ihlalin ağırlığıyla orantılı olarak şu giderim imkanları sunulacaktır: Eski hale iade, tazminat, ıslah, tatmin ve ihlalleri tekrar etmeme garantisi. Bu genel nitelikli düzenlemeler, devletin sorumluluğunun sadece tazminat ödenerek ve/veya ceza davası açılarak da sonlandırılamayacağını göstermektedir.


TEMEL TALEPLER

Hakikat Komisyonu kurulmalı

  • İnsanlığa karşı işlenen suçlara dair devlet sırrı olarak saklanan tüm belge ve bilgiler kamuoyuna açıklanmalı ve mağdurlardan resmen özür dilenmelidir.
  • Meclis bünyesinde, kayıplar ve faili meçhul cinayetleri araştırmak üzere, yasa ile kalıcı bir komisyon kurulmalı; insan hakları örgütleri, üniversiteler ve aydınlar bu komisyona dahil edilmeli, araştırmalar sırasında devletin gizli arşivlerinden de serbestçe yararlanılabilmelidir.
  • Ergenekon davası kapsamında halihazırda tutuklu bulunan ve 90’lı yıllarda özellikle Kürt halkına karşı yapılan katliamlarda sorumlulukları tanık ifadeleri ile sabit, JİTEM mensubu General Levent Ersöz, Albay Levent Göktaş, Albay Cemal Temizöz, Albay Arif Doğan gibi isimler başta olmak üzere o dönem yetkili konumda olan tüm sorumluların yargılanması için gerekli adımlar atılmalıdır.
  • Suçun faili olan devlet görevlileri üzerindeki cezasızlığa derhal son verilmelidir.

Uluslararası hukuk gözetilmeli

  • Bütün kişileri “zorla kaybedilmelerden korumak” için; zorla kaybedilmeleri yasaklayan, kaybedilen kişilerin ailelerine ‘hakikati öğrenme hakkını’ tanıyan BM’nin, “Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme” derhal imzalanmalıdır.
  • Başta AİHM hak ihlali kararıyla sonuçlanmış davalar olmak üzere, gözaltında kayıplara dair soruşturma dosyaları yeniden açılmalı, etkili soruşturmanın önündeki bütün engeller derhal kaldırılmalıdır.
  • Toplu mezarlar ile ölüm kuyularının açılması ve incelenmesi sırasında, delillerin karartılmasına yol açan ilkel yöntemlerin terk edilerek, bilimsel esaslara uygun inceleme ve delil toplanması için uygun eğitim ve ekipman sağlanmalıdır. Minnesota Protokolü’ne uygun şekilde mezarlar açılmalı ve otopsiler yapılmalıdır.
  • Zorla kaybedilmiş kişilerin yakınlarının kimlik tespitine yarar genetik bilgilerinin depolandığı bağımsız bir DNA bankası oluşturulmalı ve bu merkezin verileri resmi olarak kabul edilmelidir.

Adli Tıp ve yasalar değişmeli

  • Zorla kaybetme ve faili meçhul bırakılmış cinayetler, TCK’de insanlığa karşı suçlar başlığı altında düzenlenmeli ve bu suçların yargılamasında devlet sırrı ve zamanaşımına yer verilmemelidir.
  • Hakikatin ortaya çıkması ve adaletin sağlanması için mağdur ailelerinin davalara katılmasının sağlanmasına dönük Ceza Usul Yasası’nda değişiklik yapılmalıdır.
  • Adli Tıp ve Mezarlıklar Müdürlükleri kayıtlarında, kimliği belirsiz olarak gösterilen cenazelere ilişkin bilgiler gözaltında kayıplara dair veriler sunabileceği, ilgili kurumlara, savcılıklara, başvuran ailelere ve kamuoyuna açıklanmalıdır.
  • Adli Tıp Kurumu’nun taraflı ve bilimsellikten uzak yapısı tarafsız, bilimsel ve güvenilir hale getirilmelidir.


YAKAY-DER’in verdiği bilgilerden yararlanılmıştır.