(Velat Demir, Özgür Gündem)
Tarihin de bir ruhu var Hegel’in dediği gibi. İnsanoğlu tarihsel belleğini zorladığı zaman yaşanmış trajik ve acı olayları hatırlayarak, hatırlatarak bir daha yaşanmaması ve insanlık adına utanç olan bu yükünden kurtulma refleksini göstermek zorundadır.
Bu çaba ve isteğin hangi kuşağa ve zamana nasip olacağı tahmin edilmez belki ama bununla yüzleşmek durumundadır.
İçinde bulunduğumuz süreç her süreçten daha hassas ve bir o kadar can yakıcı ve sıcak geçiyor. Bu on yıllık süreci geride bırakmamıza az bir zaman kala içinde yaşadığımız durum tıpkı diğer yıllarda olduğu gibi.
Türkiye’de siyasal ve sosyal sorun olan Kürt sorunundan darbe süreçlerine, son otuz yıldır devam etmekte olan düşük yoğunluklu savaşın yarattığı hak ihlallerinden Ermeni meselesine, çatışma ve sistematik hak ihlallerinin pek çok çeşidini yaşamış ve halen hız kesmeden devam etmekte olan siyasi tutuklamalar. Anlaşılan o ki geçmişten yapılan yanlışlardan ders çıkarmayan ve kendisine verilen ödevlere iyi çalışmayan yamalı bohça gibi hep geçiştirilmeye çalışılan bir ülkedeyiz.
Türkiye’nin son 35 yıllık geçmişinde askeri diktatörlük dönemlerinin, yaygın iç çatışma ve kitlesel kıyımların, zorunlu göç politikalarının, mülkiyet hakkı ihlallerinin, zorla kaybetmelerin, yaşam hakkı ihlallerinin, faili meçhul ölümlerin, işkence uygulamaları gibi ihlallerin ardarda ve iç içe geçmesi sorunlu geçmişlerden, ihlallerden ve travmalardan oluşan bir tabakalaşmaya neden olmuştur. Bu nedenle, kendine has tarihsel geçmişi bulunmaktadır...
Türkiye’nin geçiş yaptığı 1950 yılındaki demokratik seçimlerle çok partili dönemden sonra, demokratik iktidarların başa gelişi ile birlikte on yıla yakın zaman içerisinde maruz kaldığı askeri müdahalelerin sonucunda birçok kez kesintiye uğratılmıştır. Başta 27 Mayıs 1960’da olmak üzere; 12 Mart 1971’de, 12 Eylül 1980’de, 28 Şubat 1997’de birbirini izleyen askeri müdahaleler ve birçok müdahale girişimi yaşanmıştır.
Cumhuriyetin kuruluş aşamasında iki temel kurucu unsurdan biri olan Kürt halkına ve birlikte yaşayan bütün halklara yönelik çeşitli siyasi ve kültürel yasaklamalar konulmuş, sistematik bir asimilasyon politikası uygulanmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra özellikle Kürt kimliği reddedilmiş, Kürtçe isimli birçok yerleşim birimi ve coğrafyanın ismi değiştirilmiş, Kürtçe isimlerin yerini Türkçe isimler almıştır. Kürt kimliğine yönelik özellikle, 12 Eylül Darbesi sonrasında artmış; açık yerlerde Kürtçe konuşulması sıkı bir şekilde yasaklanmış ve cezalandırılmıştır. 20 yıldan uzun süredir devam eden ve 1990’larda büyük yoğunluk kazanan yoğun silahlı çatışma süreci sırasında on binlerce kişi hayatını kaybetmiştir. 1987 yılında Kürtlerin yoğunlukta yaşadığı bölgelerde temel hak ve özgürlükler askıya alınarak Avrupa standartlarına aykırı bir şekilde uygulamaya konulan olağanüstü hal ilan edilmiştir. 2002 yılına kadar devam eden OHAL uygulamaları sırasında binlerce yerleşim yeri güvenlik kuvvetleri tarafından tahrip edilerek boşaltılmıştır.
Ve, bu kişiler kendi iradeleri dışında yaşam alanlarını ve tüm mal varlıklarını terk etmek zorunda bırakılmıştır. Bu dönemde yaşam hakkı ihlalleri, işkence uygulamaları da artarak devam etmiştir. Faili meçhul ölümler ve zorla kaybetmeler Türkiye’de sıkça yaşanmış olup, yaşam hakkının ihlal edilmemesine yönelik pozitif yükümlülük ihlal edildiği gibi ihlal halinde etkin soruşturma da yapılmamış, mağdurların adalet arayışı iç hukukta çözümsüz kalmış, mağdurların seslerini duyurmasına, acılarının paylaşılmasına, adalet arayışlarına engel olunmuştur. Hakikatin ve ihlallerin ortaya çıkartılması ifade özgürlüğünün engellenmesi, basın yasakları, fiili korkutmalar ve işletilemeyen yargı süreçleriyle engellenmiştir.
İç hukuk yollarının çözümsüzlüğü nedeni ile mağdurlar tarafından uluslararası hukuk yollarına başvurulmuştur.
Yaşadığımız topraklarda yaşadığımız acılar karşısında ne söylenebilecek bir söz var ne bir teselli yolu... Doğal olan, takdiri ilahiden gelen acılar teselli edilebilir, oysa 90’larda doğuda ve batı illerinde yaşananlar bu kategoriye girmiyor, onlar teselli edilebilecek acılar, telafi edilebilecek yaralar değil... Dili kısır bırakan bir vahşet bu uygulamalar... Bundandır karşısında hissettiğimiz çaresizlik, bir şeyler söylemek istediğimizde söyleyebileceğimiz hiçbir şeyin olmamasından kaynaklanan bir çaresizlik. Ancak kendi hislerimizin ifadesi Ceylan ve Uğur’un bakışlarında anlatılanlar bizlere çok şeyi kavratıyor.
Dünya değişiyor, halk değişiyor. Diktatörlükle yönetilmiş uluslar kendilerini hiçe sayan bu zihniyetlere karşı geçmişleri ile kıran kırana bir hesaplaşma içindeler. Çünkü insanlık artık ilkel intikam ve şiddete dayalı geçmişin ağır “günahlarından” arınmak istiyor. Bu gerçeklikten yola çıkarak özlemini duyduğumuz barış, adalet ve özgürlüğün gerçekleşmesinde büyük olan inancımız kazanacaktır.